Yerel yönetimlerin işleyişine dair tartışmalar son günlerde yeniden alevlendi.
Özellikle merkezi hükümetin, belediyelerin görev ve yetkileriyle ilgili kapsamlı bir düzenleme hazırlığında olduğu yönündeki açıklamalar bu tartışmayı daha da anlamlı hale getiriyor. Bu noktada, uzun süredir toplumun içinde kanıksanmış ama bir türlü tam anlamıyla masaya yatırılmamış bir konu yeniden gündemde: Belediye başkanlarıyla müteahhitler arasındaki görünmez bağ.
Türkiye’de yerel yönetimlerin büyük bir kısmı, yalnızca hizmet üretme noktasında değil, aynı zamanda ciddi bir ekonomik güç merkezi konumunda. İhaleler, ruhsat işlemleri, imar planları, kentsel dönüşüm projeleri gibi kalemler belediyelerin sorumluluk alanına girdiğinde, bu gücün cazibesi her kesimin dikkatini çekiyor. Ve ne yazık ki bu ortamda, kimi zaman hizmetin önüne “çıkar ilişkileri” geçebiliyor.
Toplumun artık gizli saklı olmayan bir gerçeği var: Her belediye başkanının arkasında, onunla iş yapan, ihalelerden pay alan, işleri yürüten bir iş insanı — daha doğrusu bir "müteahhit" bulunuyor. Bu ilişki, kimi zaman dostluk, kimi zaman ticari ortaklık, kimi zaman da tamamen karşılıklı menfaate dayalı bir sistem olarak kuruluyor. Elbette her başkan ve her belediye böyle değildir, ancak bu algının toplumda yerleşmiş olması bile başlı başına ciddi bir sorunun göstergesidir.
Belediyeler, merkezi yönetimden aldıkları ödenekle personel maaşlarını ödemekte zorlanırken; bir yandan da milyonluk projelere imza atıyor, borçlanıyor, yeni kaynak arayışlarına giriyor. Bu kaynaklar nereden ve nasıl bulunuyor? İşte tam bu noktada sistemin en çok eleştirilen yanıyla karşılaşıyoruz. İhale süreçlerinde şeffaflık tartışmalı, denetim mekanizmaları yetersiz ve siyasi baskılar kimi zaman hukukun önüne geçebiliyor.
Sorunun temelinde sadece kişisel zafiyetler değil, yapısal eksiklikler de yatıyor. Yani bu sadece “belediye başkanının niyeti” ile açıklanabilecek bir durum değil. Mevcut sistem, suistimale açık bir zemin hazırlıyor. Ruhsat verme yetkisinden imar planı değişikliklerine kadar pek çok kritik karar yerel yönetimlerin elinde. Bu kadar büyük bir yetki ve kaynak, doğru denetlenmediğinde istismar kaçınılmaz hale geliyor.
Bu yüzden yerel yönetimler reformu sadece görev tanımlarının yeniden çizilmesiyle sınırlı kalmamalı. Şeffaflık, hesap verebilirlik ve etik kurallar bu sürecin merkezinde olmalı. İhale yasası başta olmak üzere, kamu kaynaklarının kullanımına dair tüm mevzuat yenilenmeli. Belediye başkanlarının mal varlıkları, görevden önce ve sonra açık bir şekilde denetlenmeli. Vatandaşın gözünde “belediye başkanı” yeniden güvenilen, tarafsız ve halk için çalışan bir figür haline gelmeli.
Toplum artık görmek istiyor: Belediye başkanları halk için mi çalışıyor, yoksa birilerinin taşeronluğunu mu yapıyor? Bu soruya verilecek samimi ve şeffaf bir yanıt, yerel yönetimlerin geleceği adına belirleyici olacak.